Namaz Vakitleri
Görüntülenen Şehir:   Loading
Puan Durumu Loading
Gazeteler
  • Akşam Gazetesi
  • Bir Gün Gazetesi
  • Bugün Gazetesi
  • Cumhuriyet Gazetesi
  • Dünya Gazetesi
  • Fanatik Gazetesi
  • Fotomaç Gazetesi
  • Güneş Gazetesi
  • Haber Türk Gazetesi
  • Hürriyet Gazetesi
  • Millî Gazete
  • Milliyet Gazetesi
  • Posta Gazetesi
  • Radikal Gazetesi
  • Sabah Gazetesi
  • Sözcü Gazetesi
  • Star Gazetesi
  • Takvim Gazetesi
  • Taraf Gazetesi
  • Türkiye Gazetesi
  • Vatan Gazetesi
  • Yeni Akit Gazetesi
  • Yeni Asta Gazetesi
  • Yeni Şafak Gazetesi
  • Zaman Gazetesi

“İçimizden Biri ATATÜRK”

Bu haber 343 kere okunmuş. 14/07/2021

“İçimizden Biri ATATÜRK / İlknur Güntürkün Kalıpçı yazdı”

Uzun bir anı yazısı. İbret için okunmalı diye düşünüyorum. Yazarı İlknur Güntürkün Kalıpçı'ya teşekkürler. Yayınlayanlara özel bir selam gönderdim. Okurunuz çok olsun.

****************

“BAYLAR, EFEENDİMİZ GELECEK"

“CUMHURİYET, EN ÇOK, KİMSESİZLERİN KİMSESİDİR...”

..Yıl 1936, İstanbul, altın gibi bir sonbahar yaşıyor. Atatürk Florya Köşkü’nde, arkadaşları ile konuşuyor, Ülkü ile oyalanıyordu. Devlet işleriyle meşgul olmuştu ama gene de canı sıkkın. Oldum olası Devlet Başkanlığının sınırlı yaşamına alışamamıştır. Bir gün Özel Kalem Müdürü Hasan Rıza Soyak'a dediği gibi, kendisini kapatılmış, tutuklanmış sayıyor. Bu yüzden bütün Cumhurbaşkanlığı süresince, Atatürk sıkılmış, yakınlarına bundan yakınmıştır. Bu duygularını Selanik günlerinde yakın arkadaşı Nuri Conker'e anlatırken, birden Conker'in dizine vuruyor:

"Bana yardım eder misin Nuri?"

"Nasıl?"

"Kaçalım köşkten!"

Conker duraksıyor. Böyle bir işe önayak olmak Başbakan İsmet Paşa'dan yaman bir azar işitmektir. Ama isteyen de Atatürk'tür.

"Peki, nasıl kaçacağız paşam? Peşimize bir ordu adam takılır, hiçbir keyfi olmaz bunun ..."

Atatürk gülüyor:

"Bırak şimdi bunları, ben de biliyorum, 'kaçalım' ne demek? Kimseye görünmeden usulca sıyrılalım demek! Sen bana yardım edecek misin?"

"Paşam, kusura bakma anlamadım ama buyruğunuzdayım elbet. Siz yolunu söylerseniz ben de size katılırım ... "

"Hah, şimdi oldu."

Bunları konuşurken Atatürk'ün gözleri, çocuk gözleri gibi parlıyor, konuşmayı sürdürüyor:

"Bak şimdi Nuri ... Senin otomobilli bir arkadaşın yok mu?.."

“Var..”

"Tamam. Sen şimdi yaverlerden gizli gidip bu adama telefon edeceksin, kendin için isteyeceksin bir günlüğüne arabasını...Gerisini bana bırak!.."

Conker arkadaşına telefon eder, arabanın üstü kapalı gelmesini de hatırlatır. Atatürk'ün yanına geldiğinde uygulamayı dinler:

"Şimdi bak ne yapacağız?.. Araba seni almak için gelecek. Yaver gelip haber verecek. İkimiz birlikte kapıya doğru yürüyeceğiz. Ben yaveri bir iş buyurup savacağım.Senin ceketini ve şapkanı giyip otomobile bineceğim. Birkaç saniye sonra sen geleceksin! Senin gömlekle dolaşman, bu mevsimde yadırganmaz.Nöbetçilerin yanından geçerken, sen kendini göstereceksin ve seni tanıyacaklar,yol verecekler. Senden kuşkulanmayacakları için biz çemberi yaracağız! .."

"Çemberi yarsak bile hemen fark edip peşimize düşerler Paşam."

"Ne .. Sen anlarlar mı diyorsun? Şaşarım aklı perişanına ... Atatürk'ün köşkten kaçtığını bu adamlar gözleriyle görseler, kendilerine bile inanmazlar! Bak bekle göreceksin! .."

Nuri Conker, İsmet Paşa korkusuyla tedirgin, Atatürk özgür olmak hevesiyle mutlu beklerler. Nihayet yaver gelir, haber verir. Atatürk seslenir:

"Demek davetlisin Nuri, pekala..Hadi ben de seni kapının önüne kadar geçireyim, sonra döner kitap okurum ... "

Birlikte yürürler. Yaver peşlerinden gelmekteydi. Atatürk birden döndü.

"Benim kitaplarımın arasında Edouart Herriot'un 'Orient' adlı bir kitabı olacak, yeni geldi. Onu bul odamdaki masaya koy, bu akşam yemek yemeyeceğim okurum. Sen de dinlenebilirsin!"

"Baş üstüne Atatürk! .."

Yaver uzaklaşıp gözden kaybolur:

"Haydi çıkar ceketini, ver şapkayı! .."

Atatürk ceketi çabucak giyip, şapkayı da başına geçirerek yürümeye başladı.Arabaya gelince bir duraksama yaptıktan sonra kapıyı açarak bekleyen şoför Atatürk'ü Nuri Conker sanmıştır. Tam direksiyona geçeceği sıra, bu kez Nuri Conker görünür.

"Hadi oğlum, çek! .." der.

Araba hareket ederek dış kapıya gelince, nöbetçi otomobile doğru yaklaşır.Nuri Conker oturduğu yerden başını çıkararak nöbetçiye seslenir:

"Allahaısmarladık asker."

"Sağ ol!.." cevabını alarak geçip giderler.

Atatürk şoföre: "Çekmece'ye doğru ... " dedikten sonra Nuri Conker'e gülerek döner:

"Ben sana demedim mi kaçarız diye ... Şimdi bizim dönüşümüzde bunların telaşını bir düşün! .."

Atatürk'ün neşesine bir diyecek yoktu. Yolda otomobilin tentesini de açtılar. Güzel bir Eylül sonu akşamı sonbaharın tadını çıkararak, Çekmece'ye doğru gidiyorlardı. Hava ılıktı, görüntü güzeldi ve her şey düzeninde işliyordu.

Birden Atatürk'ün gözleri akşam güneşi altında çift süren bir köylüye takıldı.Yaşlı bir adamdı bu. Ama sapanın sapına iyice yapışmış, toprakları yavaş yavaş deviriyordu. Fakat çiftin bir yanında öküz, bir yanında merkep vardı. Eşit güçlerle çekilmediği için sapan yalpa yapıyordu.

Atatürk şoföre, "Dur! ... " dedi: arabadan indiler. Çift süren köylü yoldan uzak değildi. Atatürk elini arka cebine götürüp sigara tabakasını çıkardı, sonra köylüye seslendi:

"Kolay gelsin Ağa!.."

Köylü bu sese başını çevirmeden karşılık verdi:

"Eyvallah, eyvallah ... "

Atatürk, baştan seslendi:

"Ateşin var mı, ateşin?"

Bu kez köylü sesten yana başını çevirdi. Atatürk elindeki yanmamış sigarayı gösteriyordu. Köylü bir süre baktı, sonra hayvanları durdurup kendilerine doğru yürümeye başladı. Yürürken bir yandan konuşuyor, bir yandan kuşağının arasından bir fitilli çakmak çıkarıyordu:

"Tiryakisin bey galiba! Tiryaki, tiryakinin halinden anlamalı. .."

"Eh ... Kibriti unutmuşuz da ... "

Atatürk bir sigara uzattı, köylü de çakmağı çakıp, fitili ateşledi. Tatlı bir yanık kokusu tüten fitilden sigaraları yaktılar.

Atatürk, "işler nasıl ağa? Bu yıl mahsulden yüzünüz güldü mü?" diye sordu.

Köylü, isteksiz isteksiz konuştu:

"Tanrı'nın gücüne gitmesin ama Bey, bu yıl yufkaydı ürün. Kabahatin acığı bizde, acığı da yukarıda!"

Parmağını yukarı kaldırıp gökyüzünü gösteriyordu, söze devamla:

"Biz geç davrandık, yukarısı da rahmeti esirgedi, böyle işte ... "

"Bakıyorum, sapanın bir yanında öküz, bir yanında merkep koşulu. Öküzün yok mu senin?"

"Var olmasına vardı ya, hıdırellezde vergi memurları sattılar ... "

"Hiç vergi memuru köylünün üretim aracını satar mı?.. Olmaz böyle şey!Muhtara şikayet etseydin ya!”

Konuşmanın bundan sonrası Atatürk için çok can sıkıcı ve üzücü oldu.Çünkü bir çiftçinin üretim aracı elinden alınmıştı. O, çocukluğunda Lankaza Çiftliği'nde üretici ne demektir öğrenmişti. Kendisi Cumhurbaşkanlığı esnasında  çiftlikler kurmuştu. Modern üretim yöntemlerini ülkeye tanıtıyordu,ama bu köylü ona, bürokrasi karşısında yenildiğini, cumhuriyetin “kimsesizlerin kimsesi” değil de, bürokrat oligarşisinin devletini yarattığını öğretti.Dehşete düşmüştü ama bu olayı kapatmaya niyeti yoktu. Bunun hesabı sofrada görülecekti.

Dönüş yolunda Atatürk susuyor, düşünüyor, sigara üstüne sigara yakıyordu.Yüzünde ince bir keder vardı:

"Yahu çocuk, şu Halil Ağa'nın vergi borcu yüzünden öküzünü satmışız, merkeple çift sürüyor, hala da “Devlet Baba” diyor. Ne mübarek ulus bu ulus! .."

Atatürk susmuştu. Geçtikleri yolların güzelliğine bile bakmıyor, mavi gözleriyle dalmış düşünüyordu. Az sonra Florya Köşkü'ne geldiler. Nöbetçiler, açık spor bir otomobil içinde Nuri Conker'le Atatürk'ü görünce neredeyse şaşırıp selam durmayı unutacaklardı. Hele nöbetçi yaverin, durumu öğrenince, bir koşuşması vardı ki Atatürk'ü değil ama Nuri Conker'i, İsmet Paşa'dan dinleyeceği sitemleri bile unutarak, güldürdü. Atatürk yavere, "Şimdi İstanbul'da ne kadar milletvekili varsa, bunların hepsini telefonla bulacaksın. Bu akşam kendilerini yemeğe bekliyorum. Ayrıca Vali Muhittin Üstündağ ile Başbakan İsmet Paşa'yı bul, onlara da haber ver," dedi.

Yaver odadan çıktı. Atatürk Nuri Conker'e döndü:

"Bak beri Nuri!.. Şimdi sen de bizim çıktığımız araba ile çıkıp Halil Ağa'yı bulacaksın. Ona benim kim olduğumu- söyleme. Tüccar, zengin bir adam falan dersin. Seni sevdi, sana bir öküz alıverecek diye bir şeyler söyle, kandır. Kuşkulandırmadan al gel buraya.Sakın kuşkulandırmadan gel buraya anladın mı, dil dökeceksin, ama üzmeyeceksin adamı, kuşkulandırmayacaksın!.. Haydi göreyim seni!.."

Nuri Conker'i de gönderdikten sonra, düşünceli zamanlarında yaptığı gibi, ıstakayı eline aldı, bilardo oynamaya başladı.

Nuri Conker, görevinin zorluğunu biliyordu. Halil Ağa zeki bir köylüydü, O’nu bir şeyi sezdirmeden Atatürk'ün köşküne getirmek, olası iş değildi. Yapmaya çalışacaktı.

Nitekim, Halil Ağa'yı önüne merkebiyle öküzünü katmış, köyün yolunda bulunca, yanılmadığını anladı. Uzun ve yorucu bir uğraştan sonra Halil Ağa'yı razı etmişti. Yola çıktıkları zaman Nuri Conker derin bir nefes aldı. Ama işin asıl güç yanı şimdi başlayacaktı. Halil Ağa'yı kuşkulandırmadan köşke sokmak bir sorundu. Yanılmamıştı biraz sonra Halil Ağa sordu:

“Nerede beyin evi?”

"Beyin evi mi? Şimdi yazlıkta, Suadiye'dedir ya, bu akşam yeğeninde konuk, biz de oraya gideceğiz."

"Yeğeni ne iş tutuyor ki?"

"Bugünlerde yedek subaylığını yapıyor, Atatürk'ün köşkünde .."

"Sakın beyim, biz köşke mi varacağız?"

"Köşke ya ... "

"Aman beyim, sen amanı bilir misin? Ben köşke möşke sokulamam. Kalsın bu yemek işi..Bey evine döndüğü zaman yaparız. Sen bana adresini bir kağıda yazıver, gelirim ben!.."

"Bak bu sözünü beğenmedim Halil Ağa, yooo sonra beyi kızdırırız ki çok fena ... "

"Oh beyim durdur otomofili, ben köye döneyim!.."

Nuri Conker sonunda Halil Ağa'yı köşkün yaver odasına getirebilmişti ama anasından emdiği süt de burnundan gelmişti. Halil Ağa, köşke girerken dehşete kapılmış soruyordu:

"Aman beyim, oh beyim, sakın bizim bey Paşa maşa olmasın?"

O akşam Atatürk'ün sofrasında Başbakan İsmet İnönü, bakanlar, milletvekilleri, İstanbul Valisi Muhittin Üstündağ yirmi beş kişi kadardılar.

Atatürk sofranın başında bir ara,

"Bu akşam soframıza 'Efendimiz gelecek.Kendisine nasıl davranacağınızı görmek isterim!" dedi.

Sofrada bir fiskos başladı. Bu 'Efendimiz' de kimdi? Türk ulusunun kurucusu Atatürk, kimden 'Efendimiz' diye konuşabilirdi? Bir şaka, bir sürpriz mi hazırlamıştı, yoksa gerçekten saygı duyduğu bir insan mı gelecekti? Tam bu sırada Başyaver içeriye girdi ve Atatürk'ün kulağına bir şeyler söyledi. Atatürk memnun bir yüzle, "Buyursun," dedi.

Şimdi nefesler kesilmiş, bütün gözler, ~ kirpik oynamadan kapıya dikilmişti. .

Halil Ağa, başını derde soktuğunu anlamış, Nuri Conker'e ölüm ölüm yalvarıyordu:

"Oh beyim, elini ayağını öpeyim beyim, ben öküz möküz istemem, beni salıverin!"

Conker, yaverler çırpınıyorlar, saygı- ikram, karşısında elpençe duruyorlar, kendisini yatıştırmaya uğraşıyorlardı. O zaman anladı Halil Ağa gündüz kiminle görüştüğünü ... Atatürk'tü bu!. .. Öyle ya, Atatürk'ün ta kendisiydi! Tebdile soyunmuştu da kendisine çatmıştı demek. Söyledikleri, birden hatırına dizilmiş olacak ki can dayanmaz yalvarmalara çöktü:

"Gazi Mustafa Kemal Paşa'mızdı senin beyin, öyle ya! .. Bizim aklı kısa karılar bile 'Hızır' deyip bildiler..Tuh, Halil gibi senin gelmişine geçmişine...Nettim ben beylerim, komutanlarım, ah ben nettim! ... "

Yatıştırmak istendikçe ürküntüsü artıyordu:

"Ya ne haltlar karıştırdım ben Gazi Mustafa Kemal Paşa Atatürk'ümüze..Adını Kemal dediydin ya, uyansana Halil olmayası herif?..Naapar bakalım beni şimdi Mustafa Kemal Paşa Atatürk'ümüz, naapar? Oh şu kör dilimi kesse de ibret-alem gezdirtse beni ortalıkta: 'Geveze aptalın hali budur,' diye."

Bir kolunda, Nuri Conker, bir kolunda Başyaver, avutucu sözlerle salon kapısının önüne getirdiler. Başyaver kapıyı açıp da Halil Ağa, gündüz konuştuğu beyin sofranın başında oturduğunu, yanıbaşında da İsmet Paşa'nın yer aldığını görünce, dizlerinin bağı çözüldü. Ama olan olmuştu artık, var gücüyle toparlandı, ne diyeceğini tasarlamaya başladı.

Halil Ağa kapıda görününce Atatürk ayağa kalktı. Kalkması ile bütün masa gürr diye ayağa kalkıştılar.

Atatürk, "Hoş geldin Halil Ağa!" dedikten sonra masadakilere dönüp:

"İşte beklediğimiz Efendimiz!" dedi.

Conker, Halil Ağa'yı Atatürk'ün sağ başına oturttu, kendisi de ayrılan sandalyeye geçti. Atatürk sofradakilere, o gün köşkten Conker'le birlikte nasıl kaçtığını, Halil Ağa'yı, bir yanında öküz, bir yanında merkeple çift sürerken nasıl gördüğünü, sigara yakmak bahanesiyle nasıl kendisiyle konuştuğunu ayrıntılı bir biçimde anlattıktan sonra, "Şimdi gerisini Halil Ağa ile birlikte yanınızda tekrarlayacağız," dedi.

"Ben sorduklarımı baştan soracağım. Halil Ağa da onun bana söylediklerini. .."

Atatürk, Halil Ağa'ya döndü:

"Bak beri Hali Ağa. Sen bu akşam benim konuğumsun!.. Senin açık  sözlülüğünü de çok beğendiğimi bugün söyledim, konuşmamızdan sana hiçbir zarar gelmeyecek. Öküzünü de alacağım ... Ama şimdi ben tarlada sorduklarımı baştan soracağım, sen de orada söylediklerini aynen tekrarlayacaksın.İşte soruyorum:

"Bakıyorum, sabanın bir yanında öküz bir yanında merkep koşulu.Öküzün yok mu senin?."

Halil Ağa dudakları titreyerek Atatürk'ün ayaklarına kapanacak oldu, Atatürk önledi:

"Yooo, bak böyle şey istemem. Soruyorum, cevap ver."

Halil Ağa konuşmaktan başka çıkar yol olmadığını anlamıştı. Sonra, kolaydı bu soruya cevap vermek, seslendi:

"Var olmasına vardı ya, Hıdırellez'de vergi memurları alıp sattılar."

Atatürk çok memnun olmuştu. Halil Ağa'nın omzunu okşayarak ona moral ve cesaret verdi:

"Tamam ... Çok güzel. Tamam bana gündüz söylediğin gibi eksiksiz söyledin... Şimdi ben gene soruyorum: Hiç vergi memuru köylünün üretim aracını satar mı? Olmaz böyle şey! Muhtara şikayet etseydin ya!."

Bu soru da kolaydı. Nazlanmadı Halil Ağa. ,Çünkü gerisini düşünüyordu:

"Muhtar da başındaydı beyim! .."

"Oldu bu da tamam. Güzel gidiyor. Ben yine soruyorum: Sen de kaymakama gitseydin!”

Etrafa bir göz attı, bakındı. Kaymakam yoktu aralarında.

"Kaymakam beyin haberi olmadan bizim buralarda kuş bilem uçamaz."

Sofradakiler soluk almadan konuşmayı izliyorlardı. Sıra ürkütücü sorulara gelmişti. Atatürk sordu:

"Peki İstanbul şuracıkta, gideydin Vali'ye anlataydın derdini, onun işi bu değil mi?"

Vali Muhittin Üstündağ, Halil Ağa'nın ancak iki metre ötesinden, kendisine bakıyordu. Nasıl desin?. Ter basmıştı iyice, işi savuşturmanın yoluna kaçtı:

"Vali Paşamızı biz görüp dururuz buralarda. Eteğine düşsek duyurabilir miyiz ki. .."

Atatürk'ün kaşları çatıldı:

"Olmadı bu, Halil Ağa ... Bana dediğin gibi, dosdoğru ... "

"Böyle demedik mi beyim?"

"Ya, ben mi yanlış anladım? Dur soralım bakalım Nuri'ye ... Nuri, böyle mi dedi bize Halil Ağa?"

"Hayır Paşam."

"Gördün mü? .. Demek aklımda yanlış kalmamış. Hani bir şey demiştin sen, vali neden duymazmış?."

"Accık hafifcene işitir de ... "

"Hele, hele ... Bana söylediğin gibi..."

"Köylük yerinde bizim dilimiz sağır demeye dadanmıştır, kusura kalman gayri Paşam ... "

Atatürk gülmeye başladı:

"Diplomatsın ki, yaman diplomatsın!.. Ama diplomatlık sırası değil, doğru konuşacagız! .. Söyle şimdi bana orada dediğin gibi... "

Halil Ağa gözünü yumup başını öne eğdi:

"Şaşırıp, 'Bırak şu sağırı' dedik ya ... "

Sofrada mırıltılar, gülüşmeler başlamıştı. Hele İsmet Paşa, Atatürk'ün destekleyip tuttuğu Vali Üstündağ'ı pek sevmediğinden, duyulacak bir sesle güldü. Atatürk, İsmet Paşa'ya 'Dur şimdi sıra sana geliyor' der gibi bakmaktaydı.

"Hadi buna da oldu diyelim. Geçelim gerisine: E, peki bir Başbakan İsmet Paşa var, bilir misin? .."

Halil Ağa, İsmet Paşa'nın yüzünden gözlerini geçirterek:

"Şanlı İsmet Paşa'mız bilinmez olur mu hiç! .. Bugüne bugün..”

Atatürk Halil Ağa'nın konuşmasını durdurdu:

"Bırak şimdi övgüleri. Ben sözün gerisini getireyim: 'Tamam öyleyse,hemen her hafta İstanbul'a geliyor. Florya Köşküne iniyor, köşk de şuracıkta. Birgün kapıda bekleseydin onu. Herhalde çaresini bulurdu!"

Halil Ağa söylediklerini anımsadıkça, canı tükeniyordu. Yine kaytarmayı denedi: ".

"Kapıya komazlar ya bizi, kosalar da şanlı Paşa'mıza öküzümüzü mü yanacağız!"

Atatürk'ün sesi iyice sertleşti: LLL

"Beni uğraştırma Halil Ağa. Erkek adam sözünü yalamaz. Ne dediysen, tıpkısını tekrarlayacaksın! .. "

Halil Ağa ürktü, toparlandı. Başını yere gömüp konuştu.

"Şanlı Paşa'mıza da sağır dedik ya "

"Yalnız sağır degil, 'Sağırın sağırı' Değil mi?.."

Halil Ağa yere bakan başını acıyla salladı:

"Öyle dedikti Paşam.. Doğrusun! .."

"Son soruyu soruyorum şimdi, bunun da karşılığını ver, öküzü al git!..Onca yaz şuracıkta Atatürk oturmuyor mu?. Gitseydin, çıksaydın önüne, anlatsaydın halini!.. O da seni yüzüstü bırakacak değildi ya?."

"Hiç bırakır mı, hiç bırakır mı aslan Paşa'm benim!.. Erip erişir de tarlama dek gelir, halimi dinler! .."

"Bırak bunları Halil Ağa, dediğini tekrarla!"

Halil Ağa birden diklendi. Her şeyi göze almış, insanların yiğitliği içinde doğruldu. Atatürk'ün gözlerinin içine bakarak konuştu.

"İşte bunu demem Paşam!.. Ağzıma ateş doldur ... İşte bunu demem!"

Atatürk gülmeye başladı:

"Zorlatacak bizi bu Halil Ağa, söz anlamıyor. Nuri, senin aklındadır. Sen söyle de Halil Ağa söyleyip söylemediğini açıklasın ... "

Nuri Conker ayağa kalktı, gülümsüyordu.. "Siz de zor işlere hep beni koşarsınız Paşam. ‘Mustafa Kemal Paşa Atatürk'ümüzün

yüzünü görmek için Peygamber gücü gerek' demişti yanılmıyorsam.'Görsem de, işinden, gücünden, yiyip içmekten başını kaldıracak da bizim öküzün arkasından mı seğirtecek,' demişti.

Halil Ağa'nın gözlerinde yaşlar, başını salladı. Öylece duruyordu. Atatürk konuştu:

"Atatürk işi içkiye vurmuş sarhoşun biri demesine getirdin ya, fazla üstelemeyeyim.Şimdi bak beni dinle Halil Ağa! Seni bu kadar üzüşümün nedeni, şunu anlatmak içindi. Şu gördüğün altı bey, hükümet.. Yani, biri Başbakan, ötekileri de bakan!.. Yurda göz kulak olacak, işleri evirip çevirecekler diye bu makama getirilmişler. Bir yasa gerekti mi, bu baylar, hemen sıvanırlar, İsviçre'den mi olur, İtalya'dan mı olur, Fransa'dan mı, velhasıl neredense, bir yasa buluştururlar, Türkçe'ye çevirtirler, sonra basıp imzayı, gönderirler Büyük Millet Meclisi'ne... Büyük Millet Meclis dediğim de, şu alt baştan senin yanına kadar olan Baylar. Yasa gelir bunlara, bunlar da, "Hükümet elbette incelemiş, gereğini düşünmüştür,benim ayrıca zorlanmama gerek yok," diye, kaldırırlar parmaklarını,olur sana bir yasa!.. Ama sonra bir vergi memuru gelir, Halil Ağa'nın öküzünü çeker, satar vergi borcundan. Halil Ağa da tarlasını bir yanda merkep, bir yanda öküz, ırgalana ırgalana sürmeye çalışır. Ama üretim düşermiş, ekim zorlaşırmış kimin umurunda?! Sonra ben bunları görürüm, içim kan ağlar, işitirim, tasalanırım... E hakça söyle bakalım şimdi Halil Ağa, sen benim yerimde olsan, efkar dağıtmak için, bunları bu beylerle oturup konuşmak için içmez misin? Ama

sonra da Halil Ağa tutar sana sarhoş der!"

Halil Ağa'nın dili çözülmüştü:

"Diyen yok haşa! Dinden çıkma gibidir. Buldu mu bunu, hacısı da içer, hocası da içer."

Atatürk sözünü keserek sordu:

"Sen de içer misin?"

"Hiç bulunur da içilmez olur mu Paşam! İçeriz ki şerbet gibi!"

Atatürk, sofra hizmeti yapanlara işaret etti, kadehler doldu. Uzattı kadehini Halil Ağa'ya.

"Hadi bakalım Halil Ağa, sağlığına içelim."

"Koca Allah, benim ömrümden de sana pay düşürsün Paşam, sağlık düşürsün!.."

Sonra-Halil Ağa, edeple başını kenara çevirip kadehi bir yudumda boşaltıverdi.Yüzü kızarmış, gözleri parlıyordu. Ellerini dizlerinin üzerine koyarak Atatürk'e döndü:

"Yonanı denize döktün Paşam, bayrağımızı başucumuza diktin!..Benim gibi bir köylü parçasını sofrana alıp içirdin, sana duaya bilem dilim dönmez ki...Nideyim ben?. Bırak ki oh Paşam, ayağını öpeyim!."

Ayağını öpmek için davrandı. Atatürk hemen tuttu, .tutunca eline sarıldı,öptü- ve başına koydu:

"Bayrağımız gibi başımızdan eksik olma inşallah!.. Düşmanın, ayağının altında olsun!.. Gayri bana izin koca Paşam!..Yemek kolay... meraklanır çocuklar, ben köye düzüleyim ... "

Atatürk, Nuri Conker'e işaret ·etti. Conker kalkıp Halil Ağa'nın yanına geldi. Halil Ağa kalktı, önce Atatürk'ü, sonra da sofradakileri selamlayıp, kapıya doğru edeple geri geri çekildi.

Kapı kapandığı zaman, Atatürk sofraya döndü:

"Efendimizin halini gördünüz mü Baylar? Devlet, size böyle davransa, ne yaparsınız? Mübarek ulus bu, adam ulus!.. Şimdi onun karşısında 'adam olmak' bize düşüyor..."

Sofrada kesin bir sessizlik vardı.Gözler Atatürk’te:

"Halil Ağa'nın öküzünü satıp üretimi aksatan yasayı ya biz yaptık ya da bizim yaptığımız yasa yanlış yorumlanarak, Halil Ağa'nın öküzünü satıyor. İkisi de bence 'birdir. Böyle bir yasa yaptıksa yurt çıkarlarına aykırıdır, nasıl yaparız? Eğer yaptığımız yasa böyle yorumlanıyorsa, hükümet nasıl bir yönetim içindedir? Sonra unutmayın ki olay İstanbul'da geçiyor. Bunun Van'ı var, Bitlis'i var, kıyı bucak ilçesi var; acaba oralarda neler oluyor? Bu çark iyi dönmüyor beyefendiler!"

Atatürk susmuştu. 'Kimse konuşmuyordu. İsmet İnönü, gözü ile arkadaşlarını dolaştı, sonra hafifçe öksürerek konuştu:

"Haklısın Paşam! Bunun yanlış bir uygulama sonucu olduğunu sanıyorum..Önemle araştıracağım! Hükümet olarak elimizde insan kapasitesi yeterli ,değil,bunu biliyoruz. Ama görevimiz, 'buyurduğunuz gibi, çarkı iyi döndürmektir,döndüreceğiz! .."

Ne Atatürk, ne sofradakiler içkiye dudak değdiriyordu. Geniş tutulmuş bir bakanlar kurulu gibiydi masa. Başbakan, Cumhurbaşkanını tatmin etmek için konuşmuştu. Fakat, Atatürk, yine de sinirli idi. Soruyu İsmet Paşa'ya doğrulttu:

"Bugüne kadar böyle bir olay size intikal etti mi?"

"Hayır Paşam, etseydi elbette ilgilenirdim!.."

"Ben de parmağımı buraya basıyorum. Biz Cumhuriyet'i süs olsun diye yapmadık. Toplumdan yana bir yönetim kurmak için yaptık. Hükümetin müfettişleri var, valileri var, kaymakamları var, bunlar Halil Ağa'nın öküzünü vergi borcundan satıyorlar. Yaptıklarının .ne demek olduğunu elbette bilmeleri gerekli... Bunlar, size hiçbir şeyi söylemiyor, Halil Ağa’nın öküzünü satıp vergi gelirini şişkin göstermeye çalışıyorlar! ..'Hadi bunları bırakalım, milletvekili arkadaşlarımız var. Yolluk alıyorlar, toplumla, .halkla konuşuyorlar, bunlar da size bir şey söylemiyor. Bir parti örgütümüz var. Halkın içinde dirsek dirseğe yaşamaları gerekli, onlar da yurdun zararına olan böyle bir uygulamadan söz etmiyorlar. Ne demektir bu?.. Bizim toplumla beraber ve toplum için değil, topluma rağmen bir sistem kurduğumuzu sanmaktır! Asıl üzüldüğüm, parmak bastığım yer burası!..Biz Cumhuriyet'i anlatamamışız Baylar, bundan bu çıkıyor!

Cumhuriyet'in ne olduğunu anlatmak zorundayız. Hükümetin ve partinin görevi budur. Siz ikisinin de başbakanısınız başbakan İsmet Paşa! İnsan kapasitesi özürünü de kesinlikle kabul etmiyoruz. Cumhuriyet'ten bu yana onüç yıl geçti. O gün okula başlayanlar, bugün üniversitelerde öğrenim yapıyor. Ortaokullarda olanlar, bugün ya devlet kadrosundalar ya da parti kuruluşunun bünyesi içinde ... Bunlar, Cumhuriyet'in her tehlikeye karşı savunucusu değiller mi? Peki neredeler? Ya bunlara Cumhuriyet'i anlatamadık ya da daha kötüsü, bunlar da eyyamcı oldular! Yaptığımız devrimlerin yaşaması, bilinçli bir Cumhuriyet ve devrim kuşağının yetiştirilmesine bağlıdır. Halil Ağaların başına gelenler, hükümete ve Büyük Millet Meclisi'ne ulaşmıyorsa, tehlike var demektir!"

Atatürk, İsmet İnönü'nün yüzüne baktı. İnönü konuşmaya davranıyordu ki, Atatürk onu eliyle susturdu:

"Ne söyleyeceğinizi biliyorum. Sofradaki arkadaşlarımızı da bir hayli yorduk ve yemekten alıkoyduk. Hadi Baylar, görevimizi daha sıkı kavramamız ve başarmamız ve başarmak için daha çok çalışmamızın onuruna!.."

(İlknur GÜNTÜRKÜN KALIPÇI, İçimizden Biri ATATÜRK)

FATMA ZEHRA KÖSELEY

YorumlarBu habere hiç yorum yapılmamış     'İLK YORUMU SEN YAP'

Adınız Soyadınız:

E-Postanız:

Yorumunuz:

7 + 5 = ?